top of page
  • Elif Bereketli

“Oyunlaştırma tam anlamıyla bir gizli silah. Pazarlamanın kullanabileceği en iyi silahlardan. En iyi manipülasyon metodolojilerinden bir tanesi.”




Gazeteci Elif Bereketli, Oyun Uzmanı Yeşim Kunter'e soruyor: “Oyunlaştırma: Motivasyon mu? Manipülasyon mu?”


Elif Bereketli: Oyun konusu üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz? 


Yeşim Kunter: İç mimarlık bölümündeydim ve o zamanlar model yapmamız gerektiği için kendi kendime oyuncaklar yapıyordum ve yani o dünyada kayboldum. Aynı zamanda çocukların psikolojisi, yani genel olarak psikoloji de ilgimi çekiyordu. İkisi birbirine kaynaştı. Algımız gelişiyor, düşünce yapımız gelişiyor, bunu aynı zamanda objelerle nasıl sağlamlaştırabiliriz? Eğer oyuncak tasarımı okursam bu şekilde bir iletişimi daha iyi öğreneceğim diye düşündüm. Ve New York'a gittim oyuncak tasarımı okumaya. O dönem oyuncak dünyası aslında tamamen mass market, yani belli bir ekonominin gelişmesine bağlı. 


Toys R Us, ondan sonra Lego, ondan sonra Hasbro'ya geçtim. Hasbro benim için üniversite gibi oldu. Çünkü gelecekteki oyun, oyunsal düşünme ve aynı zaman oyuncak dünyasının nereye gideceğini araştırdığım bir grubun içerisindeydim. Ve özellikle 6 yaş altı ile ilgilenmeye başladım. 0-6 yaş grubu için beynin ve düşünce yapısının gelişimini, gelecekteki iş hayatının nasıl olacağını anlamanız gerekiyor.


Yedi sene sonra, yani 2012'de, Hasbro ile ilişkim bitince geleceği düşünmem gerektiği için, bunu objelerle nasıl bağdaştırabilirim konusuna odaklandım ve  bunu ciddi bir şekilde, profesyonel olarak yapmaya başladım. O zaman bir sürü kişi soru sormaya başladı: “Oyun ne demektir? Oyunun bağlantıları nelerdir?” gibi. Ya da alakasız konular: oyun ve makyaj mesela. Benim hiçbir zaman düşünmediğim iki konu: “Oyun ve service design management ne demektir? Oyun ve liderlik ne demektir? Ya da takım çalışması ne demektir?” Bütün bu sorular gelmeye başladıkça, çok farklı yerlerden oyun hakkında düşünmeye başladım. Son 11 senem bunu düşünmekle geçti.


EB: Siz ludolog mu oluyorsunuz ya da kendinizi nasıl tarif ediyorsunuz? Hangi sıfatlarla tarif ediyorsunuz?


YK: Çok güzel bir soru, bunu hiç böyle düşünmemiştim. Aslında öyle olduğumu düşünmüyorum. Belki de düşünmem gerekir. Şimdi böyle bir kavram şeyinde kaldım. Yani ludolojik olmak demek aslında tam tutuyor, evet. Yani evet oyun kavramını her taraftan bakmaya başladığınız zaman tam da sorduğunuz sorunun cevabını vermiş oluyoruz aslında galiba. Çünkü ben hep oyuncak tasarımcısı olarak düşünüyorum kendimi.


EB: Herhalde oyunun tanımının nasıl yapıldığını merak eden herkesin aklına gelen ilk soru şu: Oyun nedir? Siz nasıl tarif edersiniz? 


YK: Oyun kavramının genel olarak tarifini vereceğim. Daha doğrusu veremeyeceğim. Çünkü asıl olay o zaten. Oyunun bir tane tarifi yok. Herkesin kendisine göre tarifi var. Ve her kontekste göre tarifi var aslında. O yüzden benim yaptığım tarif şöyle oluyor. Oyun aslında birbiriyle bağlantı kurabilme, kendini anlayabilme. Çünkü insan kendisini anladığı zaman, varlığının nerede olduğunu, durduğunu anladığı zaman iletişime geçmeye başlıyor. Ama kendisini anlayabilmesi için de iletişime geçmesi gerekiyor. Yani bir çocuğu düşündüğünüz zaman ilk yaptığı hareket, diyelim ki gülümsemek. O bir oyunsal bir kavram gibi. İletişim kurmaya başlıyor çevresindeki kişilerle. Ondan sonra kendisinin bulunduğu bölge içerisinde harekete geçiyor. Yeni şeyler görmeye başlıyor. Kısacası aslında oyun bir şekilde bağlantı kurabilmek derin anlamda. Ve aynı zamanda hayatta kalabilme çabası. Çünkü kompleks bir yapıysanız, daha doğrusu ne kadar kompleks olursanız, oyunsallığınız o kadar yükselmeye başlıyor. Ne kadar kompleks durumlarla uğraşmanız gerekiyorsa o kadar oyunsal zekanızın daha üst düzeye gelmesi gerekiyor ki çünkü merak edeceksiniz, ondan sonra araştıracaksınız, ondan sonra bir şekilde denemeler yapacaksınız. Bütün bu motivasyonu yapabilmeniz için o oyunsal gücün içinizde olması gerekiyor. 


EB: Hayvanların oyunları olmuyor mu?


YK: Oluyor tabii. O yüzden kompleks duruma göre oyunsallığınız yükseliyor diyorum. Mesela en basit bir hücrenin bile aslında oyunsal gücü oluyor. Ama çok basit bir hayat tarzı olduğu için, onun oyunsallığı o kadar karmaşık olmuyor. Bir insanoğlu kompleks bir yapı olduğu ve kompleks bir ortamda olduğu için onun farklı bir sürü oyunsal hareketleri olmaya başlıyor. Nasıl diyeyim? Sosyal bir şekilde oyunsallıktan bahsedebilirim. Objeleri algılamak ya da game dediğimiz kurallı oyunlar içerisinde bulunması. Çünkü kuralları oluşturması gerekiyor, strateji yapması gerekiyor. Karşısıyla uyumsallaşması gerekiyor. Bütün bunların hepsi daha sofistikeye doğru giden bir oyunsallığı var. 


Yunus balıklarına baktığınız zaman, ki onlar da kompleks, çok ciddi anlamda bir oyunsallık görüyorsunuz. Kendi aralarındaki iletişimlerinden tutun sizinle olan, insanlarla olan ilişkisine kadar. Bunu yapmadığın zaman zaten çok büyük problemler var. Oyunun olmadığı yerlerde depresyon ve ciddi problemler oluşmaya başlıyor. 


EB: ‘Decline of play’ diye bir şey gördüm. Bu, Johan Huizinga'nın bir kavramı. O yüzden ben direkt kitaba bağlamak istiyorum buradan: “Oyun nedir?” sorusu akla geldiğinde kuşkusuz herkes Homo Ludens’e yöneliyor. Bir anlamda da çığır açmış benim anladığım kadarıyla. Bize birazcık anlatır mısınız bunun neden bu kadar önemsendiğini? 


YK: Huizinga'nın Homo Ludens'teki bakış açısı çocuklar, çocukluk, çocuksallıktan çok daha derine gider. Kültüre gider yani. Oyunun kültürlerin oluşmasına neden olan bir etki olduğundan bahseder. Dans etmek, ritüeller, politika, bütün bunlara bakıldığı zaman orada bir şekilde insanların birbirine bağlanma nedenleri görünür. Müzik, yemek, birbirine olan espri şekli gibi üçük nüanslar vardır; bunlar davranışını değiştirir. 


Oyunsallık içerisinde bu gelişmeye başlar diye anlatıyor yani kitapta. Bunu derin bir şekilde ve farklı kategorilere ayırarak da bahsediyor, her sayfasında tekrardan bir uyanışa geçiyorsunuz kitabı okurken. Oyun kavramıyla ilgilenen herkesin etkilendiğini düşünüyorum yani. Bir de tarihi olarak bakıyor hâliyle. Bayağı uzak bir, geniş bir tarihe yayarak inceliyor konuyu. 


EB: Söylediğiniz gibi sadece çocuk oyuncakları, eğlenceli, komik bazı şeyler... Belki de erişkin insanın çok da ilgisini çekmeyecek bazı heyecanlı durumlar gibi algılanıyor oyun toplumda. Ben de belki böyle bakıyordum sizinle konuşmak için ufak birkaç araştırma yapmadan önce. Niçin böyle sizce? 


YK: Tariflediğimiz şekil ve verdiğimiz önem, altında yatan kavram açıklamasından dolayı büyük ihtimalle kendi hakkı, yani asıl hakkı olması gereken yerde değil. Ama tabii ki de araştırmacılar ve bu konu üzerine yapılan araştırmalarda çok değerli bir yeri olduğunun farkındayız. Sadece belli bir grup içerisinde anlaşılmamasının nedenini anlayabiliyorum. Birincisi, baktığımız zaman değişiyor şu ânda. Yani bu dönemde insanlar oyun olarak tarif etmiyor yaptıklarını ama daha oyunsallaşmaya başladılar. 


Kendilerini tanımaya ve kendilerine izin vermeye başladıkça, bazı şeyleri yapabilme ve yaşayabilme hakkını verdikçe kendilerini oyunsal, yani keyifli hissediyorlar. Aynı zamanda yaratıcılıkla alakalı bir durum. Yani yaratıcı olabilmeniz için daha oyunsal düşünebiliyor ve merak ediyor olmanız lazım. Otoriteyi dinlemek değil, sorgulayabilme yeteneğinizin de olması gerekiyor. Bunu yapabilmek için çevrenin de buna izin veriyor olması gerekiyor. Bu dönemde o değişmeye başladı, özellikle batı dünyasında. COVID’den sonra insanlar uyanışa geçtiler. Neleri kaybettiklerini fark ettiler. Oyuncak dünyasında yüzde 25-30 satış artışı oldu. Mesela puzzle aldıklarını, böyle şeylere izin verdiklerini görmeye başlıyoruz.


EB: Bir insan kibri var neredeyse, değil mi? Oyunu ve oyun kavramını küçümseyen. 


YK: Olabilir. Process vs. outcome dediğimiz, sonuca çok bağlı yaşayan bir dönemiz. Son 100 yılda, hep sonuç odaklı olduğumuz için oyun bu sonuca gelmenizde zaman kaybı oluşturuyormuş gibi gözüküyordu. Sorgulamıyorsanız, merak etmiyorsanız, sadece yapılması gerekenleri yapıp sonuca varmanız gerekiyorsa oyunun yeri yoktu. 


EB: Pandemi döneminde insanların hayatlarında oyuna yeterince yer açmadıkları için neleri kaybettiklerini fark ettiğini ve bunun bazı dengelerin değişimine neden olduğunu söylediniz. Bir insan hayatında oyuna yer açmıyorsa neyi kaybediyordur?


YK: Kendisini keşfetmeyi kaybediyor her şeyden önce. Oyuna izin verdiğiniz sürece farklı bir perspektiften kendinizi bulabilme şansınız oluyor. Hâliyle pandemi döneminde herkes evlere kapandı. Yapacak başka şeyleri yoktu. Dolayısıyla o sıkılma döneminde yeniden bir şeyler keşfetmesi gerektiğini fark etti. 


EB: Kültür, yaşadığımız çağdaş toplumlarda sonuç odaklı olduğu için oyunu zaman kaybı gibi görmeye başladı dediniz. Fakat bir yandan oyunlaştırma kavramı aslında hayatımızın o kadar içerisinde ki… Burada bir sanki bir anlam karışıklığı var gibi, değil mi? Oyununu hem gereksiz görüyoruz hem de hayatımızın her alanına oyunlaştırmayı bir şekilde sokuyoruz.


YK: Türkçe terminolojide bir karışıklık var. Çünkü oyunlaştırma dediğimiz zaman sanırım gamification'dan bahsediyoruz. Gamification aslında tamamen pazarlama ürünü, insanları bir şekilde motive etmek amacıyla kullanılmış bir sistem. Orada gamification'ın, oyunlaştırmanın diyelim, en önemli kurallarından bir tanesi bir mekanizma yaratmaktır. O mekanizmayı hayatın içine sokarsınız ve insanlar da heyecan duymaya başlar ve sonuca varmaya çalışırlar. 


Bunun açıklamak istediğim oyun kavramına uyduğunu düşünmüyorum. Çünkü biraz askeriye gibi bir anlamı var benim için gamification'ın: Daha sistemli, belli bir sonuca ve insanın aslında kendisini keşfetmeye değil de daha fazla bir yükseltme, bir şeyi toparlamaya odaklanan. Bir şekilde kazanma üzerine. 

EB: Alanın içinden olmayan biri olarak okuma yaptığımda oyun üzerine çalışan pek çok kişinin oyunlaştırmanın karşısında durduğunu ya da çok eleştirdiğini fark ettim. Mesela video oyunlarının vahşi ve özgür ruhu evcilleştirip kapitalizmin bir ürünü hâline getirdiği düşünülüyor. İngilizce'de gamification adı yerine exploitation ware yani suistimal aracı gibi bir isim öneren ünlü video oyun tasarımcıları da var. İngilizce terminolojide de problem görülüyor ve bu terminolojide görülen problem aslında oyun kavramının biraz asil, sofistike ve belki de derin ve anlamlı duruşu ile oyunlaştırma alanındaki oyunun daha basit ve insanı tek bir noktaya taşımaya çalışan hâli arasındaki çatışma.


YK: Oyun, yani game, için çatışma çok genel bir yelpaze. Öyle baktığımız zaman, iletişim kurmak, kendini anlamak ve sistemleri anlamak dersek, beş tane ana oyun tipi var. Bir tanesi sosyal oyun; bir tanesi sembolik oyun, bu dillerin gelişimiyle alakalı. Resim ve yazı, bütün bunlarla bağlantılı. Ondan sonra bir tanesi active play. Aktif; yani fiziksel olarak, hem kaba motor becerileri hem de ince motor becerileriyle bağlantılı. Bir tanesi de object play. Yani objeleri algılama, onun kavramlarını anlamak üzerine. En sonuncusu da game, yani kurallı oyun sistemi diye geçer. Kurallı oyun sistemi, yarışlar ya da spor gibi… Bunların hepsinin içinde kural var. Bu da belli bir şeyin sonuca varmasıyla alakalı. Yani bir misyonum var, bir de yapılması gerekenler var. Ve bunların kendi içerisinde bir mekanizması, bir politikası var. Dolayısıyla oyunsallaştırma dediğimiz zaman, bu mekanizmayı eğlenceli bir şekilde belli bir sistemin üzerine uygular.  


Video oyunlarına gelirsem onların içerisinde de çok başarılı, çok iyi olanlar da var. Çok kötü şekilde kullanılanlar da var. Mesela dark side of play dediğimiz kavramlar da var. Politik olarak karanlık tarafı da var. Güzel tarafı da var. Her kavramın içerisinde olması gerektiği gibi. 


EB: Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 


YK: Ben oyun uzmanı olarak tarifliyorum. Bir metodoloji olarak kullanılıyor ve gayet başarılı bir pazarlama sistemi olarak görülüyor. Oyunun motive edebilme gücünü kullanarak onun sistemler içerisinde olan, insanlarla olan bağlantısını kendi içine çekmeyi başaran bir sistem, bir metodoloji. 


EB: Gündelik hayatın kurallarına oyun mekanizmasında yer olmaması sebebiyle otorite karşıtı olarak görülebilir oyun kavramı. Oyunlaştırmayı da örneklerini bu şekilde hayal edebilmek mümkün olmalı. Ama şu ânda gördüğümüz senaryoda böyle görünmüyor, değil mi?


YK: Evet, aynen öyle. Bana tam tersine otoriteye uyabilmen için verilmiş olan bir sistem gibi geliyor. Sanırım ben onun karşısındayım. 


EB: Peki, oyunlaştırma serüveninin neresindeyiz? Yani hayatımıza ve dijital aygıtlara daha ne kadar entegre edildiğini göreceğiz? Gelecekte oyunlaştırmanın nasıl bir rolü olabilir?


YK: Oyunlaştırma tam anlamıyla bir gizli silah. Pazarlamanın kullanabileceği en iyi silahlardan. En iyi manipülasyon metodolojilerinden bir tanesi. Dolayısıyla bunu daha fazla göreceğiz. 


Çok işe yarayan tarafları da var bu arada. Mesela, ben çok spor yapan bir insanım ve datamı incelemek istiyorum. Nereye gidiyorum, ne yapıyorum, gelişiyor muyum, değişmiyor muyum? Bu tür yerlerde oyunlaştırmayı görüyorsunuz. 2 milimi ya da 3 milimi koştuğum zaman birisi çıkıp “işte başardın, harikasın!” dediğinde mutlu oluyorum ve bunun iyi tarafları da var kesinlikle. 


EB: Oyunun gerçek motivasyonu ortadan kaldıran bir tarafı olduğu da düşünülüyor. Yani sırf bir badge alabilmek için ya da sırf bir puan toplayabilmek için bir hareketi yapmak, bir şeyin içerisine dahil olmak, gerçekten istemek ve gerçekten emek vermek yönünde insanları törpüleyen bir tarafı olduğu düşünülüyor. Siz buna katılıyor musunuz?


YK: İnsanına göre değişiyor. Neyi, niçin yaptığımızın daha da fazla farkına varmamız gereken bir döneme giriyoruz kesinlikle. Yani yapay zekânın gelmesiyle hayatımızda değişimler olacak. Gerçekten ipin ucunu bırakıp bir yanda onun esiri olabilirsiniz. 


EB: Sınıfsal bir tarafı var mı? Çünkü sakince çayımdan bir yudum alırken hayattaki içsel motivasyonumu nereden bulabilirim diye düşünmek pek çok ayrıcalığı içinde barındıran bir durum olsa gerek. Bir yandan da belki metroda geçirdiği 45 dakikayı kendine ayırabilen biri oyunlaştırmanın biraz daha yanında, oluyor da olabilir. Ne dersiniz?


YK: Kişiye özel bir durum aslında. Farkındalık içerisindeki yaşayan herkes bunu düşünebilir. Ama sorgulama yeteneğiyle çok alakalı olduğunu görüyorum. Yani sorgulama yapmayı çocukluğundan beri öğrenmiş olan bir insan, istediği kadar yoğun ve zor bir dönemden geçiyor olsa da o yeteneğini kullanmak ister. Ona inanmak istiyorum. Bu, ekonomik bir şey değil, gerçekten öğrenilebilecek bir olay. Ama bazen sadece hiçbir şey düşünmeden önüne geleni yapmak istiyorsunuz. Çünkü pozitif düşünmeye çalışmak, kendiniz için yeni bir şey yaratmaya çalışmak. Bunlar, çok enerji gerektiren olaylar. Öyle kolay değil. Düşün bakalım, en sevdiğin şey ne? Tutkun ne? Bunlar gerçekten zaman isteyen şeyler.  


EB: Huizinga bugün yaşıyor olsa ve oyunlaştırmanın günümüzdeki hâlini görse ne düşünürdü; ne yazardı? 


YK: Çok güzel soru! İlk dönemin olimpiyatlarını ele alırdı. Ya da Kolezyum’daki savaşları. İnsanların gidip birilerinin öldürülmelerini seyrettikleri bir dönem var. Bunlarla karşılaştırırdı diye düşünüyorum. Bunun insan beyni üzerindeki etkisiyle karşılaştırırdı. Aynı zamanda bunları ‘gizli silah’ diye yorumlayacağına eminim. Onun büyük ihtimalle hoşuna gidebilirdi. Daha politikayla bağlantı kurardı. Çünkü Huizinga'nın düşüncesine göre politika da bir oyunsallaştırma. Orada da tamamen manipülasyon yeteneği kullanıyorsunuz.


EB: Huizinga'nın Homo Ludens'te söz ettiği oyun yoksunluğu kavramı bugün önemli bir problem mi? Nasıl bir karşılığı var? 


YK: Araştırmalara göre oyun yoksunluğu inanılmaz derecede yükselmiş durumda. Dr. Peter Gray'in bir sene önce çıkartmış olduğu bir araştırma raporu var. Burada, Amerika'daki oyun yoksunluğunu karşılaştırıyor. Hapishanedeki insanların bile bir veya iki saat dışarı çıkma hakları varken Amerika'daki ilkokul öğrencilerinin öyle bir hakkı yok. Şöyle düşünün: Sizin kendinizi yaşama hakkınız yok. Oyun yoksunluğu, bu demek. Ekonomik durumu iyi olan ailelerin çocuklarının bir bölümünün sabahtan akşama kadar yetişkinlerin gözetimi altında oyun oynama hakkı var. Nasıl? Çocuğu sabah yüzmeye götürüyorlar.  Orada kimler var? Yetişkinler. Ondan sonra okula götürüyorlar. Oradan çıkınca başka bir aktiviteye götürüyorlar. Bütün bu aktivitelerin hepsi, kurallı aktiviteler ve hepsinde bir yetişkin var. O çocuk yatmaya gittiği zaman kendi başına kalıyor. O ân da freeplay dediğimiz bir kavram. Freeplay de şu anlama geliyor: Hiçbir yetişkin tarafından etkilenmeden oyun oynama hakkı. Yani özgür bir şekilde oyun oynama hakkı. Bu, tamamen çocuklardan alınmış durumda. Bunların sonuçları neler? Çocuklarda anksiyete problemleri… Depresyon… Ne yazık ki 12 yaş üzerinde çok ciddi intihar problemleri... Bunların çok fazla yükseldiğini görüyoruz. Çünkü özgürlüğü alınmış bir dönemden bahsediyoruz. 


EB: Peki oyunlaştırma, oyun yoksunluğunun bir çaresi olabilir mi?


YK: Eğitimde kesinlikle olabilir. Çünkü eğitim sistemi fazlasıyla tek yönlü. Öğretmenin geliyor, konuşma yapıyor. Sen dinliyorsun ve gidiyor. Lineer bir şekilde gidiyor. Ama oyunlaştırma yapılabilirse daha fazla dönüşebilme şansı var. Eğlenceli öğrenebilme, dönüşebilme şekline dönüşür.  Ama kendinle konuşabilme şansı, yanlış yapabilme şansının verilmesi, saçmalayabilme şansı verilmesi, ondan sonra dikkatsizlik yapabilmek… Bunlar düzeltilmeye çalışılıyor ya, bunların hiçbir tanesi olmasın. Bunlar çok ciddi anksiyete oluşturuyor. Çünkü düşünsene her defasında her şeyi mükemmel yapmak zorundasın. 


EB: İnsanın oyun oynama ihtiyacı nereden ileri geliyor?


YK: İnsanın oyun oynamaya ihtiyacı doğasında olan bir kavram. Mağara dönemine gidersek insanoğlunun oyun oynaması bizi bugünlere getirdi. Burada oyun; yeniden araştırması, denemesi, hata yapması, hata yaptıktan sonra düzeltmeye çalışması, incelemesi, sorgulaması… Bütün bunları oyun kavramı altına koyarsam, insanoğlunun, o mağaradan çıkıp karşısındaki hayvanlarla uğraşıp kendisini besleyebilmesi, başka bir mağaradan uzaklardaki bir mağaraya gidebilmek için vermiş olduğu çaba, diğer insanlarla olan iletişimi, bilgiyi tekrardan anlatabilmesi yani hikâye anlatabilmesi, oyunsal bir düşünce yapısından geliyor. Dolayısıyla bunların hepsini yapabilmesi için o oyunsal yapıya ihtiyacı var. Hayatta kalmak için ihtiyacı var. 


EB: Buradan baktığımızda oyunun, oyun kavramının, oyun halinin, oyun aktivitesinin gelecekte nasıl bir öneme sahip olacağını öngörebiliriz? Geleceğe dair bütün kararlar oyunun içerisinde mi alınacak? 


YK: Alınabilir. Yine aynı konuya geri dönüyorum: O zaman, mağaradakiler merak ettikleri ve sorguladıkları için hayatta kaldılar. Gelecekte de aynı şekilde hayatta kalmaya ihtiyacınız olacak. Farklı bir ortamda farklı bağlantılar kuracaksınız. Ama bütün bunları yapabilmek için yine merak etmeniz, sorgulayabilmeniz gerekiyor. Hayal gücünüzün olması gerekiyor. Hayal gücünü oluşturabilmek için görebilmeniz lazım. Hissetmeniz lazım. Hissedebilmeniz için kendinizle konuşabilmeniz gerekir. Bütün bunların hepsi, oyunsal bir yapıda olduğunuz zaman sorunsuz bir şekilde gerçekleşiyor. 


EB: Eşimle günlerdir evin içerisinde “oyun nedir, oyun şöyle bir şey midir, şu mudur?” diye geziniyoruz. Halbuki benim konuşma biçimimde bile şu ânda ne kadar çok oyunsallık var. Espiri mesela, çok oyunlu bir şey. 


YK: Oyunsal olarak baktığım zaman, kahve falı tamamen oyun yani. Çünkü şekiller görüyorsunuz, şekillerle oynuyorsunuz kafanızda. Onlarla ilgili hikâyeler yazıyorsunuz. Karşınızdaki insanla iletişim kuruyorsunuz. O iletişimi kurarken aslında o kişiyi inceliyorsunuz. Empati kuruyorsunuz aslında o kişiyle. O empatiye göre orada hikâye yazıyorsunuz. 


EB: Ama hep “artık erişkinim, çocuk değilim, oyun oynamıyorum” bakışı var, değil mi?


YK: Biraz öyle. Gerçekten kültürün yapısında da var. Türkiye'de o farkı görüyorum. Biraz erişkin olduğun zaman sanki bazı şeyleri yapmaman gerekiyormuş gibi bir durum var. Gerçi  belli sosyoekonomik gruplar içerisinde değişiyor. Fakat ne yazık ki kristalleşmiş bazı düşünce yapıları var. O zaman oyunun gücünü aşağıya çekiyor. Çocuklukta kalıyor ve orada bırakılması gerekiyor. 

bottom of page